Türk ekonomisinde sayısı az da olsa Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanıklık etmiş şirketler bulunuyor. İşte Türkiye’nin en eski ve faaliyetini hala devam ettiren şirketleri
Hacı Bekir Lokumları (1777 – Hacı Bekir)
Bekir Efendi, Kastamonu’nun Araç ilçesinden İstanbul’a gelerek 1777 yılında Bahçekapı Semti’nde açtığı küçük şekerci dükkânında, lokum, akide vb. şekerlemeleri bizzat imal edip satmaya başlar. Şekerleme ticaretini sürdürürken 1817-1820 yılları arasında hac görevini yerine getirmesiyle Hacı Bekir olarak anılmaya başlar. Şekerci Hacı Bekir Efendi, dört asır boyunca sürdürdüğü ününü farklı kıtalara yayarak sürdürmeye devam etmektedir.
Ziraat Bankası (1863 – Mithat Paşa)
Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Yugoslavya’nın Niş kenti valisi olan Mithat Paşa, çeşitli alanlarda başarılı çalışmalarda bulunmasının yanı sıra çiftçilerin içinde bulundukları zor koşullara da yakından tanık olur. Yaptığı araştırmalarla, bu alanda teşkilatlanmanın zorunlu olduğu ve çiftçilerin, tefecilerin elinden kurtarılması için devlet yardımının gerektiği; ancak bu yardımın halk hareketiyle desteklenmesinin önem taşıdığı sonucuna varır.
Çiftçilerin oluşturduğu kaynakla 1863 yılında Mithat Paşa öncülüğünde devlet himayesinde kurulan ve adına ”Memleket Sandıkları” denilen organizasyon, “milli bankacılığın ilk örneği” olarak tarihe geçer ve bu girişim, bugünkü Ziraat Bankası’nın temelini oluşturur.
Hafız Mustafa (1864 – İsmail Hakkızade)
İsmail Hakkı Bey 1860ların başında İstanbula taşınır. Asıl mesleği sarraflık olan Hakkızade kendini dönemin gıda ticaret merkezi olan Eminönünde bulur. 1864’te Bahçekapı Hamidiye caddesinde bir dükkân edinir ve akide şekeri yapmaya başlar. Ailece çalıştıkları şekercilik mesleğinde her yıl çeşidini artıran ve alışkanlık yapan tatlı çeşitleri yapar. Yılların biriktirdiği deneyim ve yenilik anlayışının getirdiği yaklaşımla hamur işlerinde de ilklere öncülük yaparak İstanbulluları poğaçayla tanıştırdılar. Babasından sonra börekler konusunda da uzmanlaşan Mustafa yurt içinde ve yurt dışında önemli ticari bir marka haline gelir. Hafız unvanı da babasına yardım ettiği dönemlerde Arpacılar camiinde müezzinlik yapmasından gelir.
İskender (1867 – Mehmetoğlu İskender Efendi)
1867 yılında Bursa Kayhan’da dünyaya yayılacak bir lezzetin temelleri atılır. Öykü, Mehmet oğlu İskender Efendi’nin Bursa Kayhan’daki dükkânlarında başlar. O günlerde kuzu bir bütün olarak ve yere paralel biçimde odun kömürlü bir ocakta pişirilmektedir. Ancak İskender Efendi kuzu etinin farklı bölümlerinin kendine has lezzetlerinin müşterilerine eşit oranda dağılmasını sağlamak için çözüm aramaya başlar.
Et pişirme ustası bir aileden gelen İskender Efendi bu düşünceden yola çıkarak, kuzu etini sinir ve kemiklerinden ayırır, dikey çubuğa kat kat yerleştirir. Tasarladığı dik bir ocağın önünde döndürerek odun kömürü ile pişirir. Pide, özel tereyağı, sos, yoğurt, domates, yeşilbiber geliştirilen, yanında şıra ile servis edilen bu kebap türü de İskender Kebabı adıyla dilden dile yayılır.
Vefa Bozacısı (1870 – Hacı Sadık)
Hacı Sadık Bey, evinin altında kendi imkânları ile ürettiği bozasını altı yıl boyunca, saray ve çevresinde omzunda taşıdığı bakır güğümlerle dolaştırarak tanıtır. Hacı Sadık Bey, artan talep karşısında cesaretlenir ve zamanın saraylı, aristokrat aileleri ile bürokratlarının oturduğu İstanbul’un en gözde semtlerinden biri olan Vefa’da, 1876 yılının Eylül ayında boza ürününün dünyadaki ilk resmi ticarethanesini açar.
Vefa semtinde açılan bozacının adı “Vefa Bozacısı” olarak belirlenir ve bu ata içeceği ürüne hem bir standart getirilir hem de bir meslek haline gelerek nesiller boyu devamlılığı sağlanır. Hacı Sadık Bey, çok fazla ilgi gören bu özel Türk içeceğinin kıvam ve lezzetini koruyabilmek için yıllar boyu bizzat kendisi üretir. Daha sonraki yıllarda, oğlu İsmail Hakkı Vefa’yı da yanına alarak Vefa Bozası üretimine beraber devam ederler. Hacı Sadık Bey’le başlayan üretim, bugün 4. nesil aile fertleriyle devam etmektedir.
Karaköy Güllüoğlu (1871 – Hacı Mehmet Güllü)
Mutfağıyla ünlü Gaziantep’in en ünlü ögelerinden biri de baklava. Antep’li Güllü ailesi de 1800’lü yıllardan beri baklavacılık yapıyor, bu işe başlayan ilk kişi ise “Güllü Çelebi” adıyla anılan Hacı Mehmed Çelebi. Güllü Çelebi, bu alanda ilerleyebilmek için tatlılarıyla ünlü Halep ve Şam’a gitti ve baklava sanatının inceliklerini öğrendi. Gaziantep’e döndüğünde bir baklava tezgâhı açtı. Güllü Çelebi’nin ölümünden sonra eşi, baklava yapmaya devam etti ve yaptığı baklavaları oğullarına sattırarak evin geçimini sağladı. Güllü Çelebi’nin oğlu Hacı Mahmud Güllü de baba mesleğini devraldı ve oklava ile ince ince açılan yufkalardan baklava yapmaya başladı.
Hacı Mahmud Güllü’nün oğulları da dedelerinden ve babalarından kalan mesleği devam ettirince, baklavacılık ailede bir gelenek haline geldi. 1930’larda diğer şehirlere kutuda gönderilen baklavalarla birlikte Güllü ailesinin baklavalarının ünü Antep dışına çıktı. Ayrıca 1930’lara kadar yalnızca kebapçı dükkânlarının baklava sattığı Antep’te, Güllü Ali ve Güllü Said’in girişimleriyle sadece baklava satan dükkânlar açıldı.
Baklavaların iyice rağbet görmesinin ardından Hacı Mahmud Güllü’nün torunu Mustafa Güllü, 1949 yılında büyük bir adım atarak bu geleneği İstanbul’a taşımaya karar verdi ve Karaköy’de bir dükkân açtı. Bu dükkân İstanbul’da açılan ilk fırınlı baklava dükkânıydı, fakat İstanbul’da da baklava yapan pek çok usta vardı. Dükkânda aynı zamanda börek, fıstık ezmesi ve kurabiye de satılıyordu.
Kuru Kahveci Mehmet Efendi (1871 – Mehmet Efendi)
19’uncu yüzyılda Türk kahvesi çoğunlukla çiğ çekirdek olarak satılıyor, evlerde tavada kavrulduktan sonra el değirmenlerinde çekiliyor ve içiliyordu. 1871 yılında işi babasından devralan Mehmet Efendi, çiğ çekirdek kahveyi kavurup dibekte öğüterek müşterilerine hazır olarak satmaya başladı ve İstanbul Tahmis Sokağı’nda taze mis gibi kavrulmuş kahve kokusu çevreye yayıldı. Mehmet Efendi müşterilerine sağladığı bu kolaylıkla, bir süre sonra “Kurukahveci Mehmet Efendi” lakabıyla anılmaya başladı.
Sabuncakis (1874 – İstiraki Sabuncakis)
Sabuncakis Çiçekçilik’in hikâyesi 1870’lerde Girit’ten Midilli’ye, oradan da İstanbul’a göç eden İstirati Sabuncakis’le başlıyor. İstirati’nin babası, Girit’te bitki kökleri ve çiçeklerden elde ettiği esanslarla sabunlara güzel koku veren ünlü bir sabun imalatçısıdır. Ailenin soyadı ise, babası İstavro Sabuncakis’in bu mesleğinden geliyor.
İstirati Sabuncakis İstanbul’a gelince, şehirdeki iki çiçekçiden birinin yanında çıraklığa başlar ve 1874’te Beyoğlu’ndaki Aynalı Pasaj’da ilk şubesini açar. O zamanlar çiçek, kız isteme gibi önemli bir amaç için alınacaksa İstanbul dışındakiler bile Sabuncakis’e gelir. Sabuncakis’in ünü Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni başkent Ankara’ya kadar yayılır.
1940’ta Beyoğlu’nda açılan ilk dükkândan sonra Sabuncakis’in yolculuğu 1945’te açılan Galatasaray şubesiyle devam eder.1961’de Kadıköy, 1966’da Bakırköy, 1971’de Şişli, 1973’te Yeşilköy, 1974’te Caddebostan, 1981’de Göztepe semtlerindeki şubeler açılarak Sabuncakis çiçek kokusu tüm İstanbul’a yayılır.
Erden Gıda Sanayi (1878 – Mahir ve Kamil Kardeşler)
Eskişehir’de faaliyet gösteren ve diyabetik ürünlerde Türkiye pazarında etkin bir konuma gelen Erden Şekerleme’nin geçmişi bir asır öncesine dayanıyor. Şirketin kuruluşu 1878 yılındaki Rus – Osmanlı Savaşı’na kadar gider. Savaş sonrası Bulgaristan’dan göç ederek, Eskişehir’e gelen Erden Ailesi, orada yaptıkları şeker işini Eskişehir’de de sürdürür. Şekercizade Mahir ve Kamil kardeşler ismiyle şekerleme ve lokum işinde isim yaparlar. Şekercizade Kamil Efendi, şeker imalatını sürdürürken, kentin iş dünyasında etkin bir isim olarak yerini alıyor. Erden Şekerleme’nin doğuşunda başrolü oynayan Kamil Erden’den yönetimi alan oğulları, Türkiye’de şekerleme sektörünün ilk fabrikalarından birini kuruyor. Erden Şekerleme ağırlıklı olarak şekerleme, çikolata, reçel, draje, lokum, diyet ve diyabetik ürünler üretimini gerçekleştiriyor.
Komili (1878 – Komili Hasan)
Komili’nin öyküsü 1878 yılında Midilli Adası’nda başlar. O yıllarda Osmanlı toprağı olan adada yaşayan Komi’li Hasan, Midilli Adası’nda sabun ve zeytinyağı üreterek geçimini sağlar. Aile, Lozan Antlaşması’ndan sonra mübadele gereği Ayvalık’a göç etmek zorunda kalır ve Komili markasının hikâyesi burada da devam eder.
Marka kavramının henüz söz konusu olmadığı bu yıllarda Hasan Komili “Kalitesiz ürünle alıcıyı bir kez, kendini ebediyen kandırırsın.” Diyerek yola çıkar ve kuşaklar boyu sürecek olan Komili markasının tohumlarını atmış olur.
Rebul (1895 – Jean Cesar Reboul)
Rebul Eczanesi, 1895 yılında Jean Cesar Reboul tarafından İstanbul Beyoğlu’nda Grande Pharmacie Parisienne-Büyük Paris Eczanesi adıyla kurulur. Osmanlı’nın son dönemine tanıklık eden ve günümüze kadar kurulduğu yerde yaşamını sürdüren tek eczanedir.
Hamidiye Su (1902 – II. Abdulhamit)
1898’de İstanbul’a kaliteli içme suyu sağlamak amacıyla II. Abdulhamit’in emriyle bir komisyon kurulur. Yapılan projeye göre Kırkçeşme tesislerinin doğu kolu üzerinde ve Kemerburgaz’ın güneydoğusundaki Karakemer ve Kovukkemer civarındaki membalar 20 maslakta toplanır ve kirlenmelere engel olmak için maslaklara demir kapılar yapılarak kilitlenir.
Tesisin büyük bölümünün tamamlanması ise 1900 senesini bulur. Bütün Osmanlı su tesislerinde sular pişmiş kilden yapılmış künk borular içerisinden isale edilirken, ilk defa Hamidiye suyunda font borular kullanılır. Su, bu borular içerisinden basınçlı akıtılarak vanalar ile şebekede manevra yapma imkanı sağlanır.
Hamidiye Suyu kurulduğu günden itibaren, çeşmeler vasıtasıyla İstanbul halkına ulaştırılıyordu. Ancak zaman içerisinde gerek şehrin büyümesi, gerekse sebillerin tahrip olmasıyla bu hizmetin, kurulduğu zamandaki gibi sokak sebillerinden yürütülmesi imkânsız hale geldi. 1979 yılından itibaren şişelenerek halka ulaştırılmaya başlandı. Tesis, bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir iştirak şirketi olan Hamidiye Kaynak Suları A.Ş. tarafından işletiliyor.